REKLAMI GEÇ

AĞLATCAM SENİ BU GECE…

11 Ekim 2018 Perşembe

Bizim avcı milletinin sahada çektiklerini bir ben bilirim. Mekanı bulursun, balığı bulamazsın… Balığı bulursun, bozkırın bağrında keline güneş ayna tutar beynin sulanır.
Kanalda av yapayım dersin, ne kadar moloz-çöp varsa boca etmişlerdir, için daralır, tiksinirsin.
Yolu ayrı dert, suyu ayrı dert olur…

Eee.. Tabi doğasına aşık bir ülkede yaşıyor olmanın güzellikleridir bunlar… Doğal su bulmak hak getire… Tamamına insan müdahalesi olduğu için kenarında sığınacak bir ağaç gölgesine rastlamazsın. Bu nedenle zevk içinde av yapılabilecek bir avlak bulundu mu, tüm ahali bir anda öğrenir. Bir iki hafta sonra; o da ne, olta atacak yer bulamazsın…

Böyle güzel bir mekanı geçtim, bildiğin baraj gölünde de durum aynıdır. Bir keresinde Demirköprü’ye gittik… Ne manzara. Akşam hava karardı biz baraja vardık. Suya bir bakıyorsunuz kenarlarda komple pırıltılar…

Önce yakamoz filan sandım. Sonra gökyüzünde yıldızların yansımasıdır filan diye düşündüm. Fakat gökyüzünün yıldız haritası ile gölün üzerindeki şavkı birbirine denk düşmedi. Pırıltılar sadece kenar kısmında olduğundan bir tür bakterinin gölü istila ettiğini, kimyasal olarak parladığını filan düşündüm. Ne varki suyun başına geldiğimizde insanın gözüne gözüne giren o ışıltıların avcı milletinin fosforlarından geldiğini anladım. Ne fayda… Koca baraj gölünde olta atacak afedersiniz ‘bir kıç koymalık’ yer yok iyi mi…

Hangi geri zekalı uydurmuşsa ‘güzel balık çıkıyor’ diye, ahali akın etmiş. Avcıdan geçilmiyor ama ortada balık yok. Bir kenar bulup olta attık atmasına ama sabaha kadar tek bir vuruş almadık.

İşte bu nedenledir ki, iyi bir yer bulduk mu kemseye ses etmiyoruz. Bu yüzden mekan ismi vermiyorum, yer bildiriminde hiç bulunmuyorum. Siz iyisi mi bu hikayenin geçtiği yerde su bile olmadığı fikrine bağlanın.

***

Nasıl heyecanlıyız. Bir hayli aradan sonra ancak fırsat bulmuşuz, toplaşıp av yolunu tuttuk.
Yol virajlı ve arabanın kıçı sanki biraz önünden fazla dönüyor iyi mi… Kustum kusacağım… Bari kafayı dışarı uzatayım da biraz temiz hava alayım diye düşündüm. Kafada şapkanın olduğunu unutmuşum. Hava hafif yağışlı, yol kaygan.
Sen şapka kafamdan uç… ‘Dur-çüş’ filan derken şoför virajı aldı anca aracı durdurabildi. Bunlar gülüyor. Neyse indim arabadan geriye doğru koştum bir süre…
Benim kasket yolun ortasında öyle yatıyor.. Fakat karşıdan da bir araç geliyor. Bir hayli mesafe var ama acele etmezsem ezecek. Bir hışımla atağa kalktım. Adam uzunları yakıyor, galiba ‘merak etme ezmem şapkanı’ diyor olsa gerek ama gören kim… Baktı ki ben ciddiyim, geri adım atmak yok… E o da geliyor.
Arabanın mesafesini iyi hesap edememişim. İyiden iyiye yaklaştı, şapkayı yerden aldım ama far görmüş tavşan gibi çakılıp kaldım yolda. Araç üstüme geliyor. Bildiğin orman yolu. Bir yanı eğim. Adam bastı frene araba bir sağ yaptı, bir sol yaptı… Derken sağa doğru yaslandı 5-10 metre kala çamurlu bir alana eğildi kaldı.
Ben topuk. Adamlar araçtan inip dövse söyleyecek sözün yok. Daha kötüsü araç diğer yöne savrulsa ciddi ciddi kaza yapacaklar. Bir şapkanın yaptığına bak sonra. Bizimkiler Allah’tan virajı dönmüş durumdalar fark etmediler beni yoksa bir hayli gülerlerdi.
Koştum arabaya atladım. Adamlar galiba batan araçları ile bir süre zaman harcadılar. Ellerine bir geçsem… Ah.. ah.. Verilmiş sadakam varmış.
Bu küçük maceradan sonra avlağa vardık. Su tiril tiril… Yemyeşil akıyor. Dibi de görünmüyor. Tahminim iki metreden biraz fazla derinlik var. Hava sıcak ama bulunduğumuz bölge yer yer ağaçlık.
Keyifler yerinde…

Malzemeleri araçtan indiriyorum, kamp modunda çalışmaya başladım hemen. Araç buzdolabı getirmişim yanımda ki; tuttuğum balıkları buna koyacağım bozulmasınlar.

Esasen aletin kendinden başka kimseye faydası yok. Buzdolabı olduğu da şüpheli. Dandirik bir fanın yanına alüminyum bir radyatör koymuşlar  o kadar… Fakat öyle içinde gaz sirkülasyonunun olduğu bir düzenek değil. Sen buzu içine koyuyorsun o da buzun soğukluğundan faydalanıyor o kadar. Bir de çakmaklığa takılıp dönen fanı var.

Esasen şu ilaççıların ya da balıkçıların kullandığı strafor kutular yokmu onlar daha iyi ya neyse…
A oda ne… Yandaki meyve bahçesini sulamak için adamlar elektrik pompası kullanıyor. Hattı burnumun dibine kadar çekmişler. Priz de var. Taktım dolabı. Takılıyorum.

***

Oltaya ufak tefek vuruşlar alıyorum ama küçük yılan balıkları sanırım, tadı yok. Derken ekipten biri sağlam bir yayın çıkardı. Keyifler yerine geldi. Akşam saatleri daha bir heyecanla sarıldık yemlere…
Hava karardıkça vuruşlar artıyor. Alamasak bile mantarın suyun dibini gördüğüne tanık oluyoruz, heyecan, panik, atraksiyon… Herşey güzel.
Ara ara çıkan küçücük balıklarla neşemizi buluyoruz derken saat 11:00 sıralarında bir araç bulunduğumuz tarla yoluna girdi. Kanal kenarından seyredip yanımıza kadar geldi.

Önde iki adam oturuyor. Biri 40’lı yaşlarda. O aracı kullanıyor. Öteki 20’li yaşların sonlarında yanda co-pilot. Yanımıza kadar yanaştı, kıllı dirseğini kapıya yaslayıp gudubet suratıyla bir şeyler söyledi.
Ben az ötedeyim ama muhatap olmuyorum. Bir terslik de var. Aracın arka koltuğunda biri daha var. Ne varki yüzü gözü görünmüyor. Tepe lambasını hafif doğrulttum ki, arka koltuğa boylu boyunca yatmış. Kalın bir battaniyeyi üzerine çekmiş. Hiçbir yeri görünmüyor. Belli ki, bizi oradaki köyden tanıdık biri sanıp saklanmış. Belli ki araçtaki de bir bayan.

 

Şoför homurtuyla karışık ‘napıyosunuz’ diye sordu. E balık avlıyoruz. Kafalar kıyak. İspirto gibi kokuyor mübarek. 5-10 metreye yayılan koku halkası, içine aldığı tüm canlıların metabolizmasını yavaşlatıyor adeta… Bir çeşit ‘ikincil etki kafa bulma’ durumu.
– Muhtardan izin aldınız mı? diye sordu…
Gece gece.. Sarhoşun mektubu okunmaz tabi. Belli ki kendini kanalın ağası ilan edeli bir kaç saat olmuş. İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak iyidir.
Şimdi bir ton tantana yerine ‘evet evet muhtar biliyor’ diyiverdik… Biraz bozuldu tabi. Bozulduğunu da gösteriyor öyle rahat…
-Ben o muhtarın…. diye başlayan cümlesinde zaten büyük olasılıkla akraba oldukları küçücük köyde şifahi ensest denemelerini hayretle bir süre dinledikten sonra…
Bir Clark Gable bakışı çaktı ardından da “Bir daha görmeyeceğim sizi burda” diyerek Reno 12’siyle tarla yollarında devam etti.

***

Biraz homurdandık, biraz mırıldandık. Az biraz da tadımız kaçtı. Bunlar da devam ediyorlar. Araçlarının sesi geliyor. Derken bir süre sonra ileride durdular. Aracın motoru durdu. Bunlar indiler arabadan, bir ağaç altına geçtiler. Belli ki daha önceden demlendikleri, tecrübe edilmiş bir yer…
Konuşuyorlar… Aramızda bir hayli mesafe var sanıyorlar. Oysa dolambaçlı tarla yollarında gittikleri kilometrenin bize dikey bir doğrultuda oranı üçte bir… Yani bunlar gitmesine gittiler ama yol o kadar dolambaçlı ki hala yakın olduklarının farkında değil. Gece karanlık. Ve karanlık çok daha iyi iletiyor sesi gündüze nazaran. Üstelik etraf sessiz. Ne konuşuyorlarsa sanki kulağımızın dibinde gibiler…
Alkoller açıldı. Arabadaki üçüncü şahıs indi. Yanılmamışım bir kadın.
– İçelin… diye hep bir ağızdan gürlendi. Birbirine vuran şişe sesleri filan. Ben işi gücü bıraktım dinliyorum.
Biri türkü söyleyecek gibi oldu, öteki özgün şarkılara başladı. Ağızlarında Ahmet Kaya şarkıları ellerinde bira şişeleri yer yer tokuşturarak, yer yer tanımadığım bir takım şahıslara söverek tatlı tatlı demleniyorlardı ki; koca adam haykırdı:

– Ağletcen seni bu gece…
Kadın yanıtladı: Ağlemacen.
Ağletcen dedin, ağletcen…
– Ağlemacen…
– İçelin…
Tınnnn… Bir şarkı daha…
– Ağletcen seni…
– Ağlemacen…

Kim niye ağlar, niye ağlatmak ister kafa bir türlü bu mevzuya basmadı. Gece üç üç buçuk filan oldu. Bunlar o dakkaya kadar bir ağlayacak bir ağlamayacak. Sabırla bekliyorum finali. Nedir bu ağlama meselesi…
Derken adam bir kez daha haykırdı… Ama ne ses… Sanki kurbanda öküz boğazlıyorlar… Resmen böğürme tarzı bir tonlama…
– Memeeeeettt… Az öteye git gari yanıyon…

Ben: Haaaaaa…
Bir süre sessizlik…

– Ağletcen dedin ağlettin…
– Ağlemadin..
– Ağledin ya la, ağledin ağledin… İçelin…

Günün ilk ışıkları görünmeden bunlar geldikleri yoldan gerisin geriye dönüyor. Tabi elemanlar “bu köyden değil ya” bu kez saklanacak bir durum yok. Mağrur bir şekilde yanımızdan geçtiler. Adam bizi görünce bi iç çekti, ağzının ucuyla cık cık cık yapıp kafa salladı. Devam etti. Asfaltta ne süzülüyor ya bu 12…

Çok film izlemiştim ama bu doğaçlama senaryo, gülememenin garip çaresizliği… Sessizlikte yaşananları merak. Mehmet’in dramı filan… Aynı zulme bir daha katlanamazdık. Yer değiştirdik. Gerisini hatırlamıyorum bile… Film zaten orda kopmuştu.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı..